Vefaspor alt yapısında yedek kulübesindeydim. Çim sahayı ancak şansım varsa
görebiliyordum. Ama asıl manzara, sahaya değil, hayalin içine açılıyordu. O dönem
futbol oynamaktan çok, soyunma odasında çekilmiş takım fotoğrafında neden hep
ortada, antrenöre yakın durduğumu düşünerek zaman geçirirdim. Çocuk bedenimle
kurşun asker gibi dimdik durur, bir gün o görüntünün bir anlam kazanacağını hayal
ederdim. Sanki birileri, yıllar sonra o fotoğrafa bakıp “İşte o çocuk!” diyecekti.
Bu düşüncelerle eve döndüğümde, mahalledeki hava değişmişti. Tasolar, çizgi roman
kartları ve Pokemon’un büyülü evreni yavaş yavaş sokaktan çekiliyordu. Bir zamanlar
animeler televizyonlarda tartışma konusu olurken, biz bu yapıtların içindeki kavgayı
da sessiz felsefeyi de çoktan içselleştirmiştik. Herkes bir bitki, bir hayvan, bir element
olmayı kabullenmişti artık. Saldırmak soyutlaşmıştı; dövüş oyunları artık şiddet değil,
dönüşüm demekti.
Ama bir gün, antrenmandan döndüğümde mahalle sanki başka bir gezegene
taşınmıştı. Artık herkes birbirine yumruk atıyor, aparkat savuruyor, herkes kendi
tekmelerinin sertliğini ve sağlamlığını konuşuyordu. Pokemon evreninin renkli
manevraları, Jackie Chan’in beden diliyle yer değiştirmişti. Sarayağası’ndan
Karagümrük’e kadar olan bölgede, çocuklar öbek öbek bir araya geliyor, birbirine güç
gösterisi yapıyordu. Beyin kaslarının değil, beden kaslarının hüküm sürdüğü bir çağ
başlamıştı mahallede.
İşte o sırada geldi herkesçe bilinen, ama benim henüz fark öğrendiğim bir haber:
Sonradan ‘‘Altın Yumruk İstanbul’da’’; daha sonraları da özgün adının ‘‘The
Accidental Spy’’ olacağını öğrendiğim bir film için Jackie Chan İstanbul’daydı.
Yan apartmanın alt katında oturan bir çocuk geldi, nefes nefese:
“Hadi gel, gidiyoruz. Jackie Chan surlara geldi!” Evet, 2001 yılında Hong Kong’ta
gösterime girecek bir film için Chan İstanbul’daydı…
Ama Samatya’ya tek başına gidemeyen bir çocuk için bu, imkânsız bir serüvendi.
Surların kırılgan çeperlerinde dolaşmak, hayalle gerçeğin kesiştiği bir çizgide
yürümeye benziyordu. Cesaret edemedim.
Ama birimiz gitti: Mustafa. Bizden bir iki yaş büyük. On iki yaşındaydı belki.
Mahalledeki en hızlı ve en az zarar veren tekmeleri onun attığı söylenirdi. Bir
keresinde parmak ucu tekniğiyle tasoları ters çevirip, kazandığı payları başkalarına
dağıttığını görmüştük. O gün Jackie Chan’e ulaşan, imzasını alan da oydu.
Mahalleye döndüğünde herkes ona hayranlıkla baktı. İmza taşıyan kâğıdı
gösterdiğinde bir sessizlik oldu — o sessizlik, otoritenin sessiz kabullenilişiydi.
O günden sonra tüm Pokemon savaşlarını o kazandı. Savaşlar da zaten artık taso ve
kartlarla değil, jestlerle, dönüşlü tekmelerle, havada nazikçe dönüp birbirine çatan
uzuvlarla yapılıyordu. Herkes biraz Jackie Chan, biraz Bruce Lee olmak istiyordu.
Bense yine haritama baktım. Haliç’in boynuz gibi kıvrıldığı o yere… Altın Boynuz’a.
Çocuk aklımla düşünüyordum: Belki biz, kendi Altın Sarayımıza ulaşamayan
çocuklardık. Roma’da toprağın altına gömülmüş Domus Aurea gibi, bizim de
gömdüğümüz bir şey vardı. Cesaret mi, hayal mi, bilinmez. Ama surlar hâlâ oradaydı.
Bir sınır çizgisi gibi: İçeri giremeyen, dışarı çıkamayan bir duygunun taş hali.
Gidemediğimiz Uzak Doğu, Roland Barthes’ın anlattığı gibi, etin yalnızca ahşapla –
saygıdan dolayı – kesildiği bir rafinelikten daha fazlasıydı. Bizim için bu, hem
televizyondan hem apartman merdivenlerinde ve sokaklarda geçen bir sezgiydi;
bazen zararsız bir tekme gibi, bazen bir mobil salıncağın zincir gürültüsünden
süzülen bir melodi, bazen de kartlarda ve tasolarda beliren bir kültürdü.
Ve yıllar sonra anladım: Mahalledeki güç gösterileriyle Lecco’daki sessiz sabahlar,
Pokemon kartlarıyla Jackie Chan’in tekmeleri, Altın Boynuz’la Domus Aurea… Hepsi
birbirine temas ediyordu. Biri öbürüne dönüşüyor, zaman değişiyor ama çocukluk hep
bir biçimde baki kalıyordu. Kimi zaman yedek kulübesinde, kimi zaman surların
dibinde, kimi zaman kayıp bir haritada, kimi zaman da üstündeki imzanın Çince
olmadığını bilgisizlikten dolayı farkedemediğimiz bir kağıdın yüzünde.
