Fotoğraf: Duygu Yılmaz
Bavulunu bacaklarının arasına, kan damlayan poşetini dişlerinin arasına sıkıştırdı.
Pantolon kemerine iliştirdiği anahtarlar içinden sokak kapısına ait olanı ayırt etti. Anahtarı
paslı asma kilide sokmaya çalışırken her zamanki aksi haliyle kilide küfürler yağdırıp açtı.
Menteşeleri de gevşeyen ağır demir kapıyı geriye doğru iterken çıkardığı gıcırtı, sokaktaki
yüzsüz İstanbul kedilerine ve meraklı komşulara selamı çaktı. Meraklı komşular perdelerin
arkasına gizlendi, kedilerin üçü nar ağacından, dördü pencere pervazlarından, beşi zakkum
ağacının aralıklarından hücumla birbirlerine çarpıp; iki gündür şehri etkisi altına alan Suriye
üzerinden gelen kızıl toz bulutunu griye çevirdi.
Karteletsa İsmet’in bacaklarına kafalarını, kuyruklarını sürtüp döndüler, kendilerine bir
nevale olup olmadığını kolaçan ettiler. Karkaletsa onlara “siktir” çekip, kan damlayan poşeti
ve yükü hafiflemiş bavulu ile bahçeden içeri daldı. Bahçenin ortasına vardığında, dışarıdaki
kedilere hiç benzemeyen; turuncuya çalan uzun tüylü, baygın bakışlı, ağırbaşlı külkedisi ile
sert mizacına tezat sevecenlikle selamlaştı. Ona “Külkedisi” diyordu. Çünkü bu ağırbaşlı kedi
ölse dahi birinin ardından asla koşmaz, Karkaletsa’in bahçede yaktığı ateşin küllerinde
debelenir, oracıkta uyurdu. Karkaletsa, her iş dönüşü ciğer, böbrek, yürek ne bulursa getirir,
özenle beslerdi onu. Bu kedi yemeğini yerken de külden uzaklaşmaz; yemek sonrası tok
karnına sigara isteği gibi uzun tırtıklı dilini küllerde gezdirip, öyle yalanırdı. Karkaletsa bu
kediyi kendisine benzetirdi. O da ölse kimseden tek şey istemez, aç gözlülük etmez, dişi bir
kediye asla ilgi duymazdı. Rızıkları, bavulundaki lacivert, gri, çoğunlukla siyah olan erkek
çoraplarından çıkıyordu.
Karkaletsa İsmet her sabah kendine bir rota çizer, gideceği kahvehanelerin listesini
yapar, onları birer birer gezip çorap satardı. Kimi zaman bavulu, kimi zaman da cebi boş
dönerdi. Taşı toprağa beton İstanbul’un bu kenar semtinde, babadan kalma, bahçe içinde, tek
göz oda olan ahşap evde yaşıyordu. Bahçesinde koca bir incir, dallanmış budaklanmış bir nar
ve bahçe duvarını aşan; saçaklı mor zakkumu vardı. Son zamanlarda açgözlü müteahhitler ve
çokça konu komşu onu rahatsız edip, karşılığında üç daire vadetseler de Karkaletsa inadından
vazgeçmiyor, akşam şehrin betonundan kaçıp bu bahçeye hızla sıvışıyordu. Karkaletsa’liği de
buradan geliyordu. Onun bu hallerini Mantis Karidesi’ne benzetiyorlardı. Küçük, ürkütücü ve
hızlı…
Bizim Karkaletsa ellili yaşlarında vardı. Zayıf ama güçlü bedeni, doğuştan gelen
çökük avurtları ve dik bakışları. Doğup büyüdüğü bu mahallede hatırı sayılır derecede çok
insan tanırdı. Çok azına tanıdık gibi davranırdı. Kaptan İbrahim, Keçi Melih, Kürt Taci,
Cacamın Ahmed, Prişt, Cimcime, Kâse Turan ve Opi. Bunlar tanıdık davrandıklarıydı, onlara
da bazen Allah’ın selamını vermez, yanlarından hızla geçip giderdi. Bazen de kim bilir ne
eserse aklına, hepsini bahçede toplar, kuzu sarması demlenirdi. Her birini çocukluğundan bu
yana tanırdı, hepsinin de tanıdığından bu yana lakapları vardı. Mahallenin geleneği; doğan
çocuğa ilk ismini ailesi verir, sokağa yalnız çıkacak yaşa gelince de meziyetine, huyuna,
kusuruna göre ikinci ismi mahalleli tarafından verilirdi. Öyle ki bazılarında ilk ismi unutulur,
resmi bir evrak üstünde zar-zor hatırlanırdı. Prişt, Şeme, Cimcime ve Opi ilk ismi
unutulanlardandı. Aç kalsa kimseden bir şey almaya tenezzül etmez, kimseciklere de tek şey
vermeyi sevmezdi. Ara sıra bahçesinde gerçekleşen toplantılarına herkes tok gelir,
içeceklerini kendi zulalarında taşırlardı. Çok nadir de olsa cömertliği tutar, bahçe duvarının
dibinde gizlice yetiştirdiği esrarından bir parça ikram ederdi.
Lakapların hemen hepsi evlenmiş, boşanmış, hatta terk edilmiş ve tekrar evlenmişti.
Karkaletsa, bırak evlenmeyi, daha bir kadından bahsettiği ya da yan gözle baktığı
görülmemişti. Ola ki konusu açılsın, oradan hızla kaçar, bahçedeler ise misafirlerini kovardı.
Son zamanlarda kadınlar hakkında kendisine tek söz söylenmez ama aralarında bolca
dedikodu ederlerdi. Uzak mahallelerdeki dul kadınlardan tutun da evlendirilmiş çocukluk
aşkına kadar. Kimisi bir kadınla gördüğünü iddia eder, kimisi de erkekliğinin olmayışına,
hatta daha ileri gidip en kuytu dedikodularında onun çift cinsiyetli olduğuna vardırırlardı işi.
Ama bu tanıdıklar, ne zaman ki evliliğin boktan taraflarından kaçıp, kafayı çekmek
istediklerinde Karkaletsa’in bahçesine sığınırlardı. Dedikoduları dışarıda bırakır, öyle
girerlerdi esrarlı bahçeye.
Yine böyle bir gece kadınları dışarıda bırakma şartı ile Karkaletsa’in bahçesinden
içeriye davet edildiler. Ateşin başına toplanmış, cigaralarını tüttürüp, Külkedisi’ne doğru
üflüyorken Opi yanında bir yabancı ile çıkageldi. Karkaletsa’in kafası o denli dumanlıydı ki
yabancıyı fark etti ama dilini oynatıp onları kovacak takati bulamadı. Lakaplar dumanlı,
sersemlemiş kafayı fark edip kadınlı sohbetlere başladılar. Cigaralık elden ele dönerken, en
müstehcen hikâyeler de ağızdan ağıza, katmerlenerek aldı başını gitti. Vakit zıvanaya
yaklaşırken anlatılan yalan-yanlış hikâyelerle, birçoğu kendi imkânlarıyla geçinmek üzere,
evliliğin iyi taraflarını överek, evdeki karılarına hâllenip ayrıldılar bahçeden. Aralarında en
yaşlı olanı Opi ise çat kapı gelen karısı Frangola tarafından, beddualar eşliğinde, çekilerek
götürüldü. Yabancı ve Karkaletsa baş başa kaldılar. Sessizlik uzun süre devam etti.
Dumandan kafasını kaldırmadan tüm geceyi ayakları izleyerek geçiren Karkaletsa İsmet,
yabancının ayağındaki renkli motifli çoraba dikkat kesildi. Aslına bakarsanız, tüm geceyi bu
ayağa şehvet duyarak geçirmişti. Bunca zamandır Lakapların anlattığı açık saçık sevişme
hikâyelerinden kaçar, bir kez olsun içinde erkekliğine ait bir kıpırtı duymazdı. Şimdi
kendinden bile gizlediği sır yüzünü kızartıyordu. Yabancının ayağı, çorabı onu tahrik etmiş,
yüreğine korku, kasıklarına ağrı, alnına ter birikmişti. Yabancının yüzüne bakmadan
konuşmaya başladı: “Bunca yıldır çorap satarım, rengârenk değil elbet, kadın çoraplarıyla hiç
işim olmaz. Mahmutpaşa’dan alırım tanesini üçe, satarım beşe, lacivert, gri, çoğunlukla siyah.
Arada cebi dolu müşterilerim için sermayeye kıyıp iki-üç çift Penti’den aldığım da olur.
Demem o ki onca yıldır çorap satarım böyle güzel bir erkek çorabı görmedim daha.”
Çorap muhabbeti tatlı bir hal almış, yabancı da şehvete karşılık vermiş, sohbetleri gece
yarısına kadar devam etmişti. Zaman on ikiyi bir geçeye vurunca, yabancı gitmiş, Karkaletsa
zevk suyunu akıtmış, elinde yabancıdan kalan tek çorapla, Külkedisi ile bahçede yıldızlar
altında kendinden geçmişti.
Bu geceden sonra Karkaletsa İsmet’e bir haller oldu. Asabi imajında derin bir hüzün
belirdi. Yıllardır çektiği mide ağrısı bin beter oldu. Dolaştığı kahvehane sayısı arttı,
mahallenin sıralanmış on iki kahvehanesi artık es geçip, Samatya’ya iniyordu. Meydandaki
kahvehanede tek şekerli kant çayını içiyor, yollara vuruyordu kendini ve bavulunu.
Narlıkapı’ya vardığında hüznü arayışa dönüyordu. Yol üstlerindeki sabahçı kahveleri, balıkçı
kahveleri, her birini didik didik ediyordu. Önceleri tek semtte pazar tutarken, şimdi
Samatya’dan Eminönü’ne kadar bütün kahvehanelere uğruyor, yeteri kadar çorap satıyordu.
Hatta bazı günler Kumkapı’da tüm çorapları satıp, Mahmutpaşa’ya uğrayıp, bavulunu tekrar
doldurup devam ediyordu. Bavulu çorapla dolup taşıyor ve akşama varmadan hepsini satmış
oluyordu. İşleri bir açılmıştı ki, sormayın. Artık Külkedisi’ne ciğer almayı da unutuyordu,
paslı kilidi kilitlemeyi de. Unutmadığı tek şey vardı, o geceki yabancı ve ondan kalan tek
çorap. Her defasında bavulun tam ortasına yerleştiriyor ve yabancıyı onunla arıyordu. Tek
çorabı kim alırsa yabancı oydu. Samatya, Narlıkapı, Kumkapı, Kadırga, Küçükpazar,
Karaköy, Perşembe Pazarı bu semtlerin en ücra kahvehanelerinin hepsine tek tek uğruyordu.
Çokça insanla karşılaşıyordu: işsizler, işportacılar, boyacılar, ganyancılar, ev kaçkınları,
yorgunlar, ağızlarına dönemin siyasetini pelesenk etmiş solcular, ağzı bozuk fanatikler. Açık
çaylar, orta kahveler, okeyler, pişpirik atanlar, ellibirden kavga çıkaranlar ve tüm bahtlarını
batakta batırmışlar. Hepsinin de tercihi siyah çoraptan yanaydı. İçlerinden tek biri de çıkıp
bavulun ortasında bir başına duran o renkli motifli çoraba ne dokunmuş ne de sormuşlardı.
Karkaletsa’in son altı ayı böyle satışla arayış arasında geçip gitti. Bir sabah
uykusundan sıçrayarak uyandı, bavula tek çorabı koyup, diğer tüm siyah çorapları bahçede
tutuşturdu. Ateşin küle dönmesini beklemeden aceleyle bahçeden çıktı. Meraklı komşular
perdelerin arkasından, yüzsüz İstanbul kedileri bulundukları yerden kımıldamadı. Karkaletsa
İsmet elinde boş bavulu, arkasında bakakalan üç ayaklı Külkedisi’nin seyrinde,rotasının
aksine Kazlıçeşme Tren İstasyonu’na giden yolda gözden kayboldu.
