Fotoğraflar: Çağrı İşbilir
İstanbul’u yüzyıllar boyunca koruyan, bir dönemin sınırını çizen, içinde yaşayanları aynı bütünün parçası hâline getiren, kimi zaman heybetiyle orduları caydıran, kimi zaman aşılınca devletin çöktüğüne işaret eden surlar… Ve onların yanı başında, bu sert yapıyı yumuşatan, nefes aldıran, her mevsim koyu yeşiliyle adeta bir tablo gibi surların eteklerine yayılan bostanlar. Şehrin taş hafızasını toprakla buluşturan o eşsiz süreklilik.

Surlardan yıllarca geçtim; bazen hızlı adımlarla, bazen aheste bir yürüyüşte göz ucuyla. Hep aynı manzaralar çarptı gözüme: bir yerde yıkık bir burç, başka bir yerde onarılmış bir duvar, bazen de fazlasıyla “temizlenmiş”, sanki yeniden yapılmış gibi duran bir restorasyon… Ama Topkapı’dan içeri adım attığım her seferinde içimde aynı his belirirdi: “Eve geldim.”
Surların önünde uzanan bostanların içine adım atmak ise dışarıdan bakmanın verdiği izlenimle kıyaslanamayacak kadar bambaşkaymış. 15–16 Kasım’da Mekanda Adalet Derneği ve Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği’nin düzenlediği Yedikule Bostanları atölyesinde bunu tüm ağırlığıyla hissettim. Alice’ın harikalar diyarında olduğu gibi bir delikten içeri süzülüp başka bir dünyaya adım attık, biz de o gün surların gölgesinden bostanların kalbine doğru yürürken, şehrin görünmeyen yüzüne girmiş olduk. Atölyeye katkı veren isimlerin hepsi akademik donanımları kadar sahaya dokunan, bostanların yaşaması için mücadele eden kıymetli kimselerdi. İki gün boyunca hem onların rehberliği hem bostancıların misafirperverliğiyle, surların yoldaşı olan bu üretim dünyasının hikâyesine çeşitli yönleriyle tanık olduk.(Program İçeriği: https://mekandaadalet.org/yeni-projemiz-basliyor-yedikule-bostanlari-ve-hevsel-bahcelerini-bir-arada-dusunmek/)
İlk gün misafir olduğumuz Sevda ve Recep Kayan, toprağın insana aşıladığı sükûnet ve sabrın adeta canlı bir örneğiydi. İkisi birlikte koca bostanın her işini çekip çeviriyor. Çocukları bu işi sürdürmek istemiyor; onlar ise “biz bu gemiyi yürütürüz” diyerek yollarına devam ediyor.
İkinci gün Kezban ve Dursun Kaplan’ın sofralarına konuk olduk. Kezban Abla tohumları bir bir anlattı, kendi biriktirdiklerinden bizimle de paylaştı. Ardından karalahanayı, pazıyı, marulu, maydanozu toplama zamanı geldi. O topladı, biz deste yaptık. Kolay değil: yılın üç yüz altmış beş günü, karın, yağmurun, kavurucu güneşin altında devam eden bir emek bu. Tabiatın neyi varsa kabullenerek.
Bostancılar, bir tür sessiz direnişin içindeler. Belirsiz mülkiyet yapıları, yetkili kurumların dışlayıcı tavırları, idari engeller ve ekonomik sıkıntılarla boğuşuyorlar. Ama toprağa bağlılıklarından, üretim ritimlerinden, işin içindeki dinginlikten hiçbir şey eksilmiyor. Asıl kırılganlık burada ortaya çıkıyor: Bostanlar fiziksel olarak bir şekilde korunabilir; ama bostancı kuşağı koparsa, üreten kültürün omurgası çöker. Toprak durur ama bilgi ölür. Yani mesele sadece araziyi korumak değil; emeği, hafızayı ve kuşaklar boyunca aktarılan pratikleri yaşatmak.

Surlar ile Bostanlar: Tarihsel Süreklilik
Kara surlarını yalnızca askeri bir duvar olarak düşünmek yanıltıcı olur. Onlar yüzyıllar boyunca hem savunmanın hem gündelik yaşamın bir parçasıydı. 413 yılında II. Theodosius tarafından surlar bugünkü hattına genişletildiğinde, bölgede yoğun bir tarımsal üretim faaliyeti vardı. Yapılan düzenlemelerle bostanları dışlamak bir yana, belirli yerlerde destekleyen bir çerçeve oluşturdu. Böylece savunma ile üretim arasında organik bir birliktelik kuruldu.
Osmanlı döneminde bu süreklilik daha da belirginleşti. Suriçi bostanları kentin taze sebze ihtiyacını karşılayan başlıca kaynaklardı. Bozulabilir ürünlerin uzak yerlerden taşınması zahmetli ve masraflı olduğundan, şehir içi üretim hayatîydi. 1735 tahrir defterlerinin kayıtları bu durumu rakamlarla doğruluyor: Suriçi’nde 344, sur boyunda ise 9 bostan bulunuyordu. Bu alanlarda 1.381 bostancı ve 52 nefer çalışıyor, kent ekonomisine ve gündelik yaşama önemli bir katkı sağlıyordu.
Cumhuriyet döneminde ise kent hızla değişti. Geleneksel üretim alanlarının bir kısmı kendi haline bırakıldı, arazilerin mülkiyeti belediyeye ya da Milli Emlak’a geçti; vakıf arazileriyle ilgili mülkiyet ilişkileri daha da karmaşıklaştı. 1942 Varlık Vergisi’nin bölgedeki gayrimüslim nüfus üzerinde yarattığı etkiler, bostancılığı sürdüren toplulukların bazılarını bölgeden uzaklaşmasına sebep oldu. Bu yalnızca ekonomik bir değişim değildi; bostanların kültürel dokusunu da dönüştüren bir kırılmaydı.

Bugünün Sorunları: Koruma, Restorasyon ve Yaklaşım
Bugün İstanbul kara surları UNESCO Dünya Mirası listesinde; ancak bu statü bostanları kapsamıyor. Diyarbakır’daki Hevsel Bahçeleri’nin surlarla birlikte UNESCO mirası olarak tanınması, İstanbul’da neden benzer bir bütüncül yaklaşımın kurulamadığını ister istemez düşündürüyor. Bu eksiklik çoğunlukla koruma politikalarının “bina ”odaklı oluşundan; üretimi ve yaşayan kültürel mirası dışarıda bırakmasından kaynaklanıyor.
Sorunlar sahada çok net görülüyor: Mülkiyet belirsizlikleri planlamayı sürekli erteliyor.Restorasyon veya düzenleme adı altında yapılan bazı uygulamalar; turizm odaklı projelerle bostanların kaldırılması, yeni inşa faaliyetlerin önünü açan eskitme faaliyetleri, yol açmak için ortadan bölünen üretim alanları, hafriyat geçişi için açılan gedikler, hem fiziksel hem sosyal dokuyu zedeliyor. “Temizlik” söylemi çoğu zaman gerçek dokuyu silip, yerini sterilama ruhtan yoksun düzene bırakıyor. Ekonomik olarak sürdürülebilir bir model kurulmadıkça genç neslin bostancılığı devralma ihtimali giderek azalıyor.
Bostancılar ise yüzyıllardır uyguladıkları pratiklerle hem üretimi hem surları korumanın yollarını bulmuş durumdalar. Sur boyunca oluşabilecek olumsuz durumlara karşı bir tür bekçilik yapıyorlar. Bunun yayında menfezler açarak suyun duvar yüzeyine zarar vermesini engellemiş, büyük köklü bitkiler yerine yapıya zarar vermeyen türleri tercih etmişler. Yani koruma ile üretim arasındaki dengeyi aslında en iyi bilenler, o toprağın üzerinde yaşayan insanlar.
Doğru yaklaşım, taşları yeniden örmekten ibaret olmayan bir restorasyon anlayışı gerektiriyor. Bütüncül bir koruma modeli; surları, bostanları, toprağı, günübirlik üretimi ve topluluk yaşamını tek bir kültürel peyzajın parçaları olarak ele almalı. Adil mülkiyet ve kullanım haklarını gözeten bir sistem kurulmalı; bostancıların ekonomik olarak güçlenmesi için kooperatiflerden doğrudan pazarlama modellerine kadar çeşitli yollar desteklenmeli. Ve en önemlisi: yerel bilgi kayıt altına alınmalı, yeni kuşaklara aktarılmalı. Çünkü korumanın özü sadece duvarları yaşatmak değil, o duvarların etrafındaki hayatı sürdürmekte.

























Kaynakça:
Aleksandar Shopov, Ayhan Han, “Osmanlı İstanbul’unda kent içi tarımsal toprak kullanımı ve dönüşümleri: Yedikule Bostanları”, Toplumsal Tarih, İstanbul, 2013.
Ahmet Hamdi Bülbül, Şehre Sığmayan Topraklar: İstanbul Bostanları, ERDEM, 87, Ankara, 2024.
Gülay Yedekçi, “Tehdit Altında Bir Miras Alanı: İstanbul Yedikule Bostanları”, Mimarist, 52, İstanbul, 2015.
