“Kışın tam ortasında, en sonunda içimde yenilmez bir yaz bulunduğunu öğreniyordum.”
Albert Camus
Camus’nun içinde keşfettiği yenilmez yazını düşündükçe, en kasvetli anlarda bile içimdeki umudun ve neşenin güneş gibi parlayıp etrafı ısıtacağına dair inancım hayata tutunuyor. Aynı hissi pek de beklenmeyecek bir zamanda gelen “pastırma yazı” ile yakalıyorum. Ekim sonunda belirip Kasım ayında kendini iyice gösteren, kısa, sahici mi yalancı mı karar veremediğim son bir yaz.
Sonbaharın ilk yağmurları geçtikten sonra şehir yeniden parıldamaya başlar, güneş sanki veda etmeyi unutmuş gibi yeniden ortaya çıkar. Öğleden sonraları ışık bal renginde tatlanarak yavaş yavaş süzülür; martılar Boğaz’ın üzerinde daha alçaktan uçar; balkonlara asılan çamaşırlar, Marmara Denizi’nin iyotlu kokusuyla esen nemli rüzgarda kurur. Anlık bir sahne gibi gelip geçen bu plansız mevsim, sepya rengi hatıraları canlandırırken, yaşamın o yenilmez içsel yaz konusunda ısrarcı olduğunu hatırlatıyor.
Bazı dilbilimciler bu tabirin aslında pastırma yazı değil, pastırma ayazı olduğunu iddia ediyorlar: pastırmayı kurutan sıcaklar yerine pastırmayı olgunlaştıran kırağı. Belki bu kelimeler, insanlar ılık havaya biraz daha uzun süre tutunmak istedikleri için değişti. Belki de kırağının kendine özgü, koruyan sıcaklığıydı yolu açan. Bu küçük kafa karışıklığını, sıcak ve soğuğun aynı ifadede dönüşerek birbirinde var olma biçimini her zaman sevmişimdir. Galiba Istanbul’un bize öğrettiği en iyi şey de böyle bir tezat: kıtalardan, mevsimlerden, tarihin katmanlarından ve yol ayrımlarından geçip dururken çelişkiler arasında nasıl yaşanacağının bilgisini içinde taşımak.
Son yıllarda kendimi sık sık köklerimi düşünürken buluyorum. Beni ben yapan aile geçmişini, Fatih’in eski zamanlarındaki yaşamlarını, önceki kuşaklardan taşıdıklarını ve yollarına devam ederken inşa ettikleri yeni adetleri zihnimde canlandırıyorum. Şimdi kentin Anadolu yakasında yaşıyor olsam da, her fırsatta doğup büyüdüğüm Suriçi’nin sokaklarında gezintiye çıkıyorum. En çok da bu ek süre verilmiş gibi geri gelen ılık günlerde, pastırma yazında hatırladığım ve unuttuğum anıların izini sürüyorum.
Bitişik nizam apartmanların önünden geçerken, çayın buğusu kahvehanelerin dar kapılarından sigara dumanına karışarak yükseliyor. Birkaç adım ötede, salebin tatlı ve yoğun kokusuyla hava iyice ısınmış; tarçın serpilmiş kremamsı dokusu yaklaşan kışa karşı adeta bir teselli sunuyor. Bir başka köşede, minik fincanlarda Türk kahvesinin keskin aroması mis gibi kokarken; dost falına bakanlar kara telvelerde üç vakte kadar gelecek olan o güzel haberi arıyor. Fincanlara dolan bütün bu içecekler, aslında derin bir muhabbetin, sevgi ve merakla kurulan sıcak bağların, samimi sohbetlerin koşulsuz daveti. Bir bardak çay ikramında veya bir kahve falında buluşmak, şehrin temposunu bir anlığına yavaşlatıp, zamanı paylaşmak demek.
Benim için pastırma yazı, doğduğu günden bu dünyaya veda ettiği güne kadar Fatih’ten hiç ayrılmamış rahmetli halamın evinin kokusuyla birdi. Çok küçükken Saraçhane’deki İstanbul Belediye Sarayı’nın önünden yürüyerek gittiğimiz Laleli’de, 90’ların ortasından itibaren Molla Fenari Camii (eski adıyla Lips Manastırı Kilisesi) arkasında bir sokakta oturan halamın her daim dolma kokan mütevazı apartman dairesi benim o koşulsuz muhabbeti bulduğum yerdi. Pastırma yazını da ilk defa ondan duyup, onu ne kadar neşelendirdiğini görünce pek sevmiştim.
Halam küçücük mutfağında kendine ait bir dünya kurmuştu. Ocakta yemeklerin usul usul kaynadığı, baharat kokularının buharlara karışarak her köşeye sindiği, capcanlı bir mekandı burası. Tencereleri karıştırırken mırıldandığı dualarla dünyayı ayakta tutan bir ritüeli yerine getirdiğine inanan çocuk zihnim hala aynı inancı taşıyor. Evine gelen herkes bu gönlü zengin kadının sofrasına oturmadan kalkmaz, özenle hazırlanmış yemekleri ile her manada doymuş olarak ayrılırdı. Bazen yemekleri plastik yoğurt kaplarına koyar, kime denk gelirse; çocuklarına, arkadaşlarına, bize ve onun ilgi dolu sevgisinden bol bol nasibini alan babama verirdi. Onun bu hali ile varolma biçimini çok küçük yaşlarda farketmiştim. Etrafındakileri nasıl beslediğine, onlar için sağladığı rahatlığa ve yarattığı aidiyet alanının konforuna şahidim. Ben de bu konforu bazen Suriçi’ndeki bir hamam kurnası kenarında halam saçımı yıkarken, bazen babamla bana ayırdığı bayram pilavını yerken, bazen de aile tarihinden rastgele anlattığı bir hatırada geçmişimizi öğrenirken çokça tecrübe ettim. En çok da bir derviş bilgeliğindeki teslimiyetine hayrandım. Kendi olgunlaşma yolumda, onun bu sessiz ve huzurlu kabullenişini rehber ediniyorum. Kalbimde sonsuz bir şükranla, ruhu şad olsun.
Sokrates’in anamnesis kuramında bilmek aslında hatırlamaktır. Halam vefat etmeden önce onun tescilli aşure tarifini alma fırsatım olmasa da babamın vefatından sonra sezgisel olarak kendi tarifimi oluşturdum, yani anamnesise göre bir ihtimal hatırladım. Platon da aynı kuramdan yola çıkıp “ruh ölümsüzdür” der. Her yıl yaklaşık on gün erkene kayarak mevsimlerden mevsimlere taşınan bu kolektif tarif, mevsimlerden mevsimlere seyahat ederken babamla halamın ruhu da hem Suriçi’nde hem benim içimde yolculuğuna devam ediyor.
Yıllar sonra pastırma yazı, zamanın içinden uzanan bir enerji hattı gibi, beni kaybettiklerime, çocukluğumu şekillendiren günlük rutinlere ve kendimi ait hissettiğim Suriçi’nin belleğime kazınmış mahallelerine bağlıyor. Artık kendi mutfağımda yemek hazırladığımda da aynı sıcaklığı, özeni hissediyorum ve yaşamın küçük bile olsa güçlü niyetlerle serpilip yeşermesini kutluyorum. Baharatların kokusu, sohbetlerin uğultusu, asma yapraklarının saatler süren sabırla sarılışı; hepsi geçmişteki cömertliği bugüne taşıyor. Tıpkı aşurenin Hicri takvimde sessizce kayması gibi, mevsimlerden süzülüp geçiyor, önceki kuşakların sevgisinin, emeğinin, bağlarının, acısının olduğu kadar neşesinin hâlâ sürdüğünü hatırlatıyor. Belki de pastırma yazının asıl anlamı budur:
Ne sıcak bir yaz, ne de soğuk bir ayaz;
Arada bir yerlerde, son bir imtiyaz,
Kırılganlığına rağmen ışıl ışıl parlayan,
İnsanın ruhunu canlandıran,
Pencereden akan bir zaman.
Nilüfer Ağcakışla, Fatihli bir İstanbul tutkunu. Yaratıcılık, öğrenme, koçluk ve ifade alanlarının kesişiminde disiplinler arası çalışan bir profesyonel. Boğaziçi Üniversitesi’nde devam eden Sürdürülebilir Turizm yüksek lisansı kapsamında kültürel miras, kent çalışmaları ve özgünlük üzerine araştırmalar yürütürken, İstanbul’un günlük yaşantısı ve mevsimsel ruhundan ilham alarak, mekan, zaman ve insan deneyiminin iç içe geçtiği ilişkileri keşfetme yoluna devam ediyor.




