
Evliya Çelebi hakkında elimizdeki bilgiler, elli yıla varan bir süre boyunca Osmanlı topraklarında ve diğer ülkelerde gerçekleştirdiği seyahatlerini derlediği on ciltlik Seyahatnâme adlı hacimli eserine dayanmaktadır. Gerçek ismi kesin olarak bilinmemekle birlikte, “Evliya Çelebi” ismini hocası Evliya Mehmed Efendi’ye nispetle bir mahlas olarak kullandığı düşünülmektedir. 1611 yılında Unkapanı’nda dünyaya gelmiştir. Kendi beyanlarından anlaşıldığı kadarıyla ailesi aslen Kütahyalı olup İstanbul’un fethinin ardından başkente yerleşmişlerdir. Şeyhülislam Hamid Efendi Medresesi’nde iyi bir eğitim almış, babasından hattatlık dersleri görmüş ve saraya intisap ederek Enderun’a katılmıştır. Güzel sesi nedeniyle bizzat padişah tarafından musiki eğitimi alması sağlandığı bilinmektedir. 1 Mizahi kişiliği, geniş bilgi birikimi ve lügata hakimiyeti bir araya geldiğinde, 1630 yılının aşure gecesinde gördüğü meşhur rüyasının da çok büyük etkisiyle seyahat merakının başlaması ve 17.yy’da doğup günümüzde halen dünya edebiyatları arasında en hacimli seyahatnâme olma özelliğini muhafaza eden eserini kaleme alması kaçınılmaz olmuştur.
Gördüğü rüyayı günümüz Türkçesi ile kendi kaleminden aktarışı şu şekildedir:
”…Hazret mihrabda ayak üzere dururken hemen Ebî Vakkas oğlu Sa’d hazretleri elimden yapışarak Hazret’in huzuruna götürüp,
“Sadık âşığın ve müştak ümmetin Evliya kulun şefaatin rica eder” deyip Hazret’e götürdü.
“Mübarek ellerini öp” deyince ağlamaklı olup mübarek ellerine küstahane dudaklarımı vurup mehâbetinden,
“Şefaat yâ Resûlallah” diyecek yerde,
“Seyahat yâ Resûlallah” demişim…” 2
Rüyanın etkisiyle soluğu Kasımpaşa’daki yorumcu İbrahim Efendi’de almış ve şöyle aktarmıştır:
(…) sabahleyin pâk abdest alıp sabah namazını kıldım, İstanbul’dan Kasımpaşa’ya geçip yorumcu İbrahim Efendi’ye rüyamızı yorumlatıp,
“Cihanı süsleyen ve dünyayı gezip dolaşan seyyah olup güzel sonla işin tamam olup Hazret’in şefaati ile cennete girersin” diye müjdeleyip el-Fâtiha dedi. Oradan Kasımpaşa Mevlevihanesi Şeyhi Abdullah Dede’ye varıp mübarek ellerini öpüp rüyamı onlara da yorumlanırdım.
“On İki İmamın elini öpmüşsün, dünyada himmetli olursun,
Aşere-i Mübeşşere ellerini öpmüşsün, cennete girersin, Çâr-yâr-ı
güzînin mübarek ellerini öpmüşsün, dünyada bütün padişahlarla sohbet etme şerefine erip has nedimleri olursun. Ola ki Hz. Risâlet’in cemalin görüp mübarek ellerini öpüp hayr duasını almışsın iki dünya mutluluğuna ulaşırsın.3
İstanbul, yalnızca Osmanlı coğrafyasının siyasi ve kültürel merkezi değil; aynı zamanda Evliya Çelebi’nin düşünsel ve yaşamsal yönelimlerinin sabit odağı olmuştur. Doğduğu ve yetiştiği bu şehir, onun için ilham ve merak unsurlarıyla doludur ki seyyahlık serüveninin başlangıç ve referans noktası konumundadır. Seyahatnâme boyunca, imparatorluğun en uzak sınırlarına uzanan anlatıların başlangıcı sur içi olmuştur.4”Anlatımına önce İstanbul sur içinden başlayan seyyah, şehrin surları, tarihi, tılsımları, mimari yapıları ve daha birçok konu hakkında eşsiz bilgiler verir. İstanbul’un ve şehirdeki yapıların anlatımı bittikten sonra sur dışı mahallelere geçer. Önce Yedikule’den Eyüp’e kadar olan sur dışındaki mahalleleri, ardından da Haliç’in karşı kıyısındaki ve Boğazın iki yakasındaki şehir, kasaba ve köyleri sıra ile anlatır.”5
Daha sonra hakir, fakirane teklifsiz evimiz olan sığınağımız köşesinde kitap hazinesine sahip olup bazı tarihler okuyarak doğum yerimiz olan kralların hasret çektiği yer ve felekler denizinin limanı olan Makedon vilâyetinin sağlam kalesi ve güçlü seddi olan İstanbul’un yazımına başladık.6

Evliya Çelebi eserinin içerisinde eski şehrin ve büyük kalenin tamirini, İstanbul’un kuruluş mitini Süleyman peygamber ile başlatır ve kurucuları teker teker bize şu şekilde bildirir:
(…) Sözün kısası gulgule-i Rum, tantana-i Rum, velvele-i Rum, debdebe-i Rum ve gulibetü’r-Rum bir diyardır ki yeryüzünde benzeri yoktur. Yunan tarihçisi Yanvan ve diğer tarihçiler İstanbul’un kuruluşu hakkında şu hususta birleşmişlerdir. Tarihçi İshak’ın görüşüne göre Peygamber Efendimizin doğumundan 1600 sene önce Davud Peygamber’in oğlu Hz. Süleyman Kâf’dan Kâf’a, insanlara, cinlere, vahşi hayvanlar ve kuşlara hükmetti.7
Birinci kurucu Süleyman Peygamber’dir. Kutsal bilgi ve ilimle donanmış olan Süleyman, şehri kurarak onu önemli bir merkez haline getirir. Kadim şehir, onun soyundan gelen Melik Rac’im ve Madyan oğlu Yanko tarafından daha da gelişir. Süleyman’ın İstanbul’a gelişi de şöyle aktarılır:
İstanbul toprağına ayak basıp şimdi Hünkâr Bahçesi olan Sarayburnu adlı yere gelip orada Süleyman otağını kurup konakladı. Burada bir gece uyuyup suyu ve havasından hoşlanınca büyük bir saray ve türlü türlü dinlenme yerleri yaptı ki dillerde destan olup dünya durdukça mamur ve bakımlı ola diye İstanbul toprağı için hayır dua etti.8
İkinci Kurucu Melik Rac’im’dir. Süleyman peygamberin oğlu olarak İstanbul’u kutsal bir merkez haline getiren Melik Rac’im, şehri hem kutsal hem de stratejik açıdan güçlendirmiştir. Melik Rac’im’in ardından gelenler şehirde kutsal düzeni korumaya çalışır.
Üçüncü kurucu Madyan oğlu Yanko’dur. Yanko, şehri hem savunma hem de kültürel açıdan geliştiren önemli bir figürdür. Dönemi boyunca birçok dini yapı inşa edilir ve şehrin çevresi sağlamlaştırılır.
Bir rivayette Yanko, kısraktan doğduğu için Yanko ibn Madyan derler. Yunan Batlamyuslarının ilkidir.9

Dördüncü kurucu Büyük İskender’dir. Büyük İskender, Makedonya tahtına oturup önemli bir yapı olan İrem Bağı’nı inşa eder. Ardından Tanrı’nın emriyle, Akdeniz ile Okyanus arasında bağlantıyı keserek Akdeniz’i, Yunanca “Okyunus Denizi”, Arapça’da “Bahr-i Umman” olarak adlandırılan, dünyanın çevresini saran büyük okyanusa dönüştürür. Bu büyük denizler, insan aklının ulaşamadığı derin sırlarla dolu kutsal alanlar olarak kabul edilir.
Akdeniz ve Karadeniz arasındaki sınır ise İstanbul Boğazı’ndan Azak’a kadar olan hattı kapsar. Bu sınır hattında, İstanbul’un Yedikule Burnu’ndan Kalamış’a kadar deniz yüzeyinde, kırmızı bir çizgi Tanrı’nın kudretli eliyle çekilmiş gibi görünür. Bu çizginin kuzeyi Karadeniz’in siyah suları, güneyi ise Akdeniz’in mavi-beyaz sularıyla ayrılır. Denizciler ve gezginler bu hattın varlığını hayranlıkla tasdik ederler; çünkü bu iki deniz arasındaki sınır, dalgaların hareketlerine rağmen değişmez bir mucizedir.
Karadeniz’in suları biraz daha soğuk ve acıdır, Akdeniz’in ise ılık ve hafif acı bir tadı vardır. Daha da ötesinde, Süveyş Kanalı olarak bilinen Kızıldeniz ise tehlikeli ve zehirli sayılır. Buna rağmen İstanbul Boğazı’nda bulunan balıkların lezzeti benzersizdir; adeta Musa Sofrası gibi zengin ve çeşitlidir.
Büyük İskender, İstanbul’u İrem’e benzer bir şehir haline getirdikten sonra hayatını kaybeder. Ondan sonra, Muhammed peygamberin doğumundan yaklaşık 700 yıl önce, büyük bir deprem İstanbul’u yerle bir eder. Şehrin surları, tapınakları ve yapıları tamamen yıkıldır, yüz binlerce insan hayatını kaybeder. Bu felaketin ardından Makedon şehri kırk yıl boyunca harabe ve toprak altında kalır.
Beşinci Kurucu Yanko’nun oğlu Pozantin Kral’dır. Önceki kurucuların mirasını devam ettirerek şehrin yönetimini elinde tutar ve yeni surlar inşa ettirir.
Yüz sene yaşayıp İstanbul’u öyle imar etti ki 600 bin patrik ve kıssis (keşiş) var idi. Onun için İstanbul’un bir ismi de Puzanta’dır.10
Altıncı Kurucu Kayser-i Rum’dur. Dini ve mimari açıdan pek çok tamir gerçekleştirmiş, sayısız kilise inşa ettirmiştir. Tarih yazıcılığı noktasında mimarinin yol göstericiliğine güzel bir örnek şu şekilde aktarılmıştır:
Yunanlıların ulu krallarından idi. İstanbul’da Fethiye Camii yakınında süslü bir kilise yapmıştır. Orada tarihi yazılıdır.11
Yedinci Kurucu Vezendon’dur. Şanlı Kral Vazendon, dedesi Yanko’nun inşa ettiği şehri ayağa kaldırmak ve tahtgâh edebilmek için hakim olduğu tüm ülkelerden mimar, mühendis, yapı ustası ve işçi topladı. Bunların sayısı ”on kere yüz bin” şeklinde ifade edilmiştir.
İstanbul Kalesi o zaman Sarayburnu’ndan ta Silivri Kalesi’ne ve Silivri’den kuzeye Karadeniz sahilinden Terkos Kalesi’ne kadar dokuz saatlik yerdir. Aralarında yedi kat germe kale duvarı yaptılar. Her duvar arasında yüzer arşın hendekler yaptılar. Hâlâ Silivri’den Terkos’a kadar kale duvarlarının burçları, temelleri ve hendekleri açık ve seçik bellidir. O tarafta olan köyler hâlâ mamurdur. Mesela Feteköy, Sazlıköy, Arnavutköy, Kovukdere, İzzeddinli, Kiteli, Baklalı ve Türkeşeli adlı köylerin bütün han, cami, mescit ve imaretleri anılan kale duvarlarının katı taşları ile yapılıp yer yer kuleleri ve yedi kat hendekleri kalmıştır ki Akdeniz’den Karadeniz’e uzanmış sağlam bir kale, dayanıklı bir sur imiş.12
Vezendon döneminin belki de en önemli icraatlarından biri Ayasofya’nın inşasıdır. Eserde ilgili pasaj şu şekildedir:
Büyük Ayasofya: Bu Vezendon kralın yıldız gibi temiz bir kızı Makedonya şehrinden Sofya şehrinde doğdu. Babasının İstanbul’u yaptığını duyup iki bin milyon hazine mallarını Sirem ve Semendire arabalarına yükleyip İstanbul’da Ayasofya Kilisesi’ne başladığında Hz. Hızır gelip “Mühimmat ve levazımâtlarmı benden alın ve şu sanatlı resim üzerine temel koyun” diye Hz. Hızır öğretmesiyle Ayasofya’nın yapımına başladılar. Önce yere büyük çukur temel açıp tam bir ay temeline has kurşunu eritip büyük nehir gibi akıtıp önce yere kurşun temel bıraktılar. Onun üzerine bin bir yüksek sütunlar üzere kemerler ve toloz kubbeler inşa ettiler ki altı su sarnıcı olup rahmet suyu ile dopdolu ola ve İstanbul’da büyük depremler olduğundan bütün binaların temelini boş edip depremden emin olmak düşüncesiyle Ayasofya’nın en alt katını sarnıç ettiler. Hâlâ Kırkçeşme suyu ile doludur. Bazı yerlerini tamir ve yaralanan yerlerini gözetmek için Ayasofya altında kayıklar vardır. Camiin tâ ortasında bakır kapaklı bir su kuyusu vardır. Ondan kovalar ile su çekip bazı kimseler su içerek susuzluklarım giderirler. Sonra dört tarafının duvarlarının yapımına başlayıp somaki, zenburî, ruhamî ve sarı ve beyaz cilâlı yüksek mermer direkler üzere dört kat kemerler üzerinde bir kubbe, mavi kurşun ile örtülü mamur bir kubbe yaptılar. Kıble tarafında yarım kubbe içre yine yarım kubbede mihrap konulmuştur. Kıble kapısı üzerine de yarım kubbeler yapılmıştır.13
Sekizinci Kurucu Kral Yağfur’dur. Kral Yağfur, danışmanı Rüvende’nin ve bilge mühendislerin önerileriyle Sarayburnu’na denizle ilgili 366 tılsım diker, karadaki tepelere de yine 366 tılsım yerleştirir. Bu tılsımlar sayesinde her gün kıyıya balıklar vurur, halk da geçimini sağlar. Bazı yapılar savunma veya sembolik amaçlarla iş görür. Yağfur öldükten sonra yerine Tekfur adlı bir kral geçer. Onu binlerce yıl boyunca başka krallar ve yöneticiler takip eder; onlar da İstanbul’u yönetir ve geliştirir. Daha sonra, İspanya’dan Kostantin adlı bir kral çıkar. Büyük bir ordu ve Ceneviz kralının desteğiyle İstanbul’u kuşatır. Yedi ay süren kuşatma sonunda şehri ele geçirir, birçok yapıyı tahrip eder. Cenevizliler ise Galata’yı ele geçirip orayı tahtgâh edinir.

Dokuzuncu Kurucu Büyük Kostantin’dir. İstanbul’un yeniden inşası sürecinde Kostantin, şehri farklı bir tarzda şekillendirmeye başlar ve bu yönüyle dokuzuncu yapıcı Kostantin ünvanını alır. Tüm ganimet mallarını sarf ederek surları ve duvarları tamir eder, İstanbul’u bir cazibe merkezi hâline getirip tahtgâh yapar. Bu sürecin tarihi bağlamı, İsa peygamber ile Muhammed peygamber arasında bir döneme tekabül eder. Yönetimi, Frenk diyarından Acem sınırlarına kadar uzanır; Hristiyanlığın kurumsallaşması için binlerce kilise inşa eder.
Bu kiliseler arasında öne çıkanlardan biri “Erzâyil” adını taşıyan ve dillerde destan olan ibret verici bir kilisedir. İstanbul’un merkezinde, iki Karaman arasında yer alır ve on iki bin din adamını barındırır. Ancak Muhammed peygamberin doğduğu gece yaşanan olağanüstü olaylar sırasında bu yapının temelinden yıkıldığı rivayet edilmektedir.
İstanbul’un fethiyle birlikte, Fatih Sultan Mehmed bu kilisenin temeli üzerine bir cami inşa eder; bu cami halen(17.yy) Müslümanların ibadetgâhı olarak kullanılır. Kostantin’in inşa faaliyetleri yalnızca ibadet mekanlarıyla sınırlı kalmaz. Zeyrekbaşı’nda, üç yüz atmış kubbeli bir manastır kurar, içine üç bin ruhban yerleştirir. Ayrıca bu manastıra bitişik bir sarnıç inşa eder, buraya Kırkçeşme suyunu akıtır ve üzerine bir “incilhane medresesi” yapar. Günümüzde bu yapının kalıntıları “Pirî Paşa Medresesi” olarak anılır, sarnıç ise yedi yüz yüksek sütunlar üzerine kurulmuş göl gibi kar parçası güzel suyu ile dikkat çeker.
Kostantin, şehrin çeşitli noktalarına büyük su sarnıçları yaptırır, caddeleri temiz tutar. Atmeydanı’nı ise zamanın acayip ve garipliklerinden tuhaf tılsımlar ve garip binalar ile donatır. Şehri aynı zamanda bir sanat ve mimari merkezi haline getirir: Nice bin imaretler, garip eserler ve acayip resimler inşa edilir.
Annesi Hellena, Urfa kökenli bir kral kızıdır ve Zekeriyya peygamber adına Küçük Ayasofya Kilisesi’ni inşa ettirir. Kostantin ise Ayasofya’nın çevresini bin bir büyük kubbe ile çevreler; her biri farklı mezheplerin ayinlerine ev sahipliği yapar. Bu kubbelerden bazıları bugün (17.yy) arslanhane, nakkaşhane ve cephanelik olarak kullanılmaktadır.
Tavukpazarı’nda, zımpara taşından dev bir sütun diktirir ve üzerine bir kuş heykeli yerleştirir. Her yıl bu kuş vefk etkisiyle bağırıp kanatlarını açınca dünyanın dört bir yanındaki kuşlar gagalarında ve pençelerinde zeytinlerle gelip sütunun tepesindeki delikten zeytinleri bırakır. Bu tılsım, ruhbanlar için bir beslenme kaynağı haline gelir.
Hellena, İstanbul surlarını tamir ettirmek amacıyla atasından intikal eden kirli miras malından Kostantin’e bin milyon mal verir, ardından keşişliğe geçerek dünyadan elini çeker. Kendisini Hz. Meryem yoluna adar. Filistin’de Akka Kalesi’ni inşa eder ve ardından Kudüs’te “yeryüzünde benzeri olmayan” Kumâme Kilisesi’ni kurar. Bu yapı, Hristiyan dünyasında hac merkezi olarak kabul edilir. Hayatının sonunda Kudüs’te, Tûr-ı Zeytâ eteğinde Hz. Meryem’in yanında defnedilir. Ardından Kostantin, annesinden kalan servetle İstanbul surlarını yeniden yapmaya koyulur.
Nihayetinde, İstanbul’un dokuz büyük kurucu ismi Kostantin ile son bulur. Bu mitik anlatım ile başlayan Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi, yüzyıllardır İstanbul’a dair tarihsel, kültürel ve topografik bilgileri içeren en kapsamlı kaynak olma özelliğini muhafaza etmektedir. Eser İstanbul’un farklı vilayetlerdeki isimleri ile devam eder ve Evliya Çelebi yıllar yılı hayatını vakfettiği seyyahlık uğraşı ile şehri karış karış keşfederken gördüklerini ve zaman zaman da hayal ettiklerini bize aktarmayı sürdürür.
Eser, dönemin bilgi üretim biçimlerini, tarih anlayışını ve şehir tahayyülünü açık bir biçimde, şehrin kuruluşuna ilişkin rivayetler, sözlü kültürle yazılı tarih anlatılarının iç içe geçtiği bir gelenekten beslenerek yansıtmaktadır.
Böylece eser, tarihsel ve mitolojik anlatıları bir arada barındıran çok katmanlı bir belge olarak İstanbul’un mekansal ve kültürel kimliğinin anlaşılmasında temel bir referans oluşturur.
- Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, cilt 11 (İstanbul: TDV Yayınları, 1995), s. 529–533. ↩︎
- Evliya Çelebi, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: İstanbul, yay. haz. Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003), s. 4. ↩︎
- Evliya Çelebi, a.g.e., s. 5. ↩︎
- Kerim İlker Bulunur, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’ nde Galata, Mutad 11, no. 2 (2024): 370–403. ↩︎
- Bulunur, a.g.e., s. 371. ↩︎
- Seyit Ali Kahraman, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi (İstanbul: İTO Yayınları, 2021), s. 24. ↩︎
- a.g.e., s. 25. ↩︎
- a.g.e., s. 25. ↩︎
- a.g.e., s. 25. ↩︎
- a.g.e., s. 29. ↩︎
- a.g.e., s. 29. ↩︎
- a.g.e., s. 30. ↩︎
- Evliya Çelebi, a.g.e., s. 15. ↩︎
