Nuri Abi’yi Tanımanızı Çok İsterdim – Onur Dalar
Ağustos ayının ortalarındayız. Hava güneşli ama pek yakıcı değil. Hafif bir esinti bile var. Yine de yazın bu günleri öğlen saatleri Kocamustafapaşa çekilmez. Dar sokaklarının arasında yürürken cezaevi avlusunda gibi hissedersin kendini; dükkânların önünde volta atan esnafı, banklarında uyuklayan emeklileri, köşe başlarında ellerindeki tespihi bela arar gibi ağırdan ağırdan sallayan kopuklarıyla bütün bir mahalle müebbetliği sindirmiş kader kurbanları gibi akşam olmasını bekler. Hemen yokuşu inince aşağımızda deniz olduğunu unutmuş olduğundan belki, deniz kokusunu almak için bile derinden nefes almayan aheste bir insan topluluğu.
Mayışmışlığı ve sessizliği sadece çay ocaklarındaki bardaklara kaşıkları hızlıca atan ocakçılar, elindeki son kozları hızlıca masaya vuran kumarbazlar ve motosikletlerini zorlayarak bir yere yetişmeye çalışan illegal kuryelere küfür sallayan yaşlı teyzeler bozar. Onlar dışında hızlı adımlar atan bir insan dahi göremezsiniz. Ben nedense evden aceleyle çıktım. Yolda kimseyle karşılaşmamak için ara sokaklardan hızlıca yürüdüm. Her zaman gittiğimiz çay ocaklarından birisine oturdum. Elimdeki romanı okumaya çalıştım, kafamı veremedim. Arka arkaya çay söyledim, sigara yaktım. Böyle günlerde zaman geçmek bilmez. Herkesin haberi oldu mu acaba? Olmuştur.
Bir avuç adam ortada kalmayalım da… Gelirler. Hepsi de birbiriyle karşılaşmamak için oturacak ayrı bir yer bulur. Malum bizim mahallenin kahvehaneleri çoktur ve meşhurdur. Rahmetli Babam söylenirdi. ‘Ne çok kahvehane var, kim oturuyor buralarda? İşleri güçleri yok mu, nasıl para kazanıyorlar?’ Ve babamın kahvehaneye gittiğini hiç hatırlamam. Akşamları eve gelir, koltuğunda evin karşısındaki camideki 2 büyük çam ağacını izlerdi. Çam ağaçlarını camiye dedem dikmiş. Şimdi düşünüyorum da… Acaba babam ağaçlara bakarken babasını mı düşünürdü? Çünkü dedem çocuklarını çok ihmal etmiş. Yedikule Sur meyhanesinin sahibi namı diğer Otopsi Mehmet dedem olur. Otopsi lakabını 2 şeyden takmışlar. Meyhaneyi açmadan önce Cerrahpaşa Hastanesi’ndeki morgda çalışıyormuş. Daha sonra Silivrikapı Mezarlığında çalışmış. İşi hep ölülerle olmuş. Babam babasını hiç anlatmazdı. O yüzden hep anneme sorardım. Bir defa anneme dedemin mezarlıklarda ne iş yaptığını sordum. ‘Mezarları sapıklardan korurmuş. Sapıklar taze ölüleri mezarlarından çıkartıp ırzına geçermiş. Allah belalarını versin. Ölünce de kurtulamıyorsun. Deden işte mezarların başında taze ölülerin çürümelerini beklermiş.’ Ama lakabı asıl kabadayı olduğundan takmışlar. Otopsi Mehmet. Çocuklarına karşı da sertmiş. Babam anlatmazdı ama annem ‘pis herifin biriydi’ dediğini hatırlarım. Kumar yüzünden meyhaneyi batırmış. Sonra da sarhoşken oturdukları ahşap evi kazayla yakmış. 2 sene dedem, babaannem, halam, babam ve amcam orada burada kalmışlar. Dedem evin yanma haberini yazan gazetenin o parçasını ölene kadar cüzdanında taşımış. Evi müteahhite vermişler. 6 daireli bir apartman dikmiş müteahhit. Halen o apartmanda bir dairede oturuyoruz. Babam içkiyi, kumarı ve kahvehaneleri herhalde dedemin bu huyları yüzünden pek sevmezdi. Babamdan dolayı kötü huyların genetik olarak geçtiğine hiç inanmam. Ve babamın son zamanlarda o iki çam ağacına bakışı daha kederli ve sıkılgan bir hal almıştı. O kahvehanelerde boş boş oturan insanlara benzediği için mi öyleydi bakışları acaba?
Kimse yok ortada. Ama gelecekler. Böyle günlerde acele etmemek gerekir. Yine de bunaldım. Kalkıp bir tur atsam kesin birilerine denk gelirim. Belki böyle toplanırız. Eskiden öyle olurdu. Bir yerlerde oturur, sonra kalkardık. İkili üçlü gruplar halinde meydana yakın sokaklarda tur atar, birbirimizi tanımamışlıktan gelir, en fazla gözümüzün içine bakarak geçerdik. Sonra birileri başlatırdı. Bizim Kocamustafapaşa meydanının öyle günleri çok olmuştur. En çok eskiler anlatırdı. Bir mahallede uzun süre aynı insanlarla yaşamanın getirilerinden birisi de orada geçen bilindik bir olayı farklı ağızlardan defalarca dinlemektir. 1975 yılında meydanda olanları çok dinledim. Babam kalabalığın içindeymiş. Faşistlerden birisinin kalabalığın içinde silah çektiğini, sonra devrimcilerin neredeyse hepsinin silah çekip havaya ateş etmeye başladığını anlatmıştı. Gök gürültüsü gibi, demişti. Nuri Abi’den de duydum. Nuri abi babamdan 15 yaş gençtir. O Kırıkçatal Lokantasının önünde polisin birini vurduğunu, şoka girdiğini, lokantanın sahibi Mehmet Amca’nın kolundan tutup kendisini dükkanın içine çektiğini anlatmıştı. Düğün Salonu sahibi Salih abi de anlatmıştı. 3 gün evden çıkamadıklarını, ekmek bile bulamadıklarını anlatmıştı. Kızılderili Kırtasiyecinin sahibi Bülent abi gazetede meydandaki ters dönmüş polis aracının fotoğrafının olduğunu söylemiş, Emlakçı Fahri Baba Hürriyet gazetesinin ‘Kocamustafapaşa Lübnan gibi’ manşetiyle çıktığını eklemiş, eski kasetçilerden Erol Abi de olayı şu sözlerle yorumlamıştı: ‘Bir gün devrimci bir süreç başlarsa Kocamustafa Paşa’dan başlayacağını o gün görmüştük. Devlet de görmüştü. Olaylar polislerin cenazeleri vermemesinden kaynaklı çıktı. O gün devlet ölülerimizden bile korktuğunu göstermişti.’
Şimdi de ben korkuyorum. Sabahtan beri kendi kendime soruyorum. Nuri abinin cenazesinde kaç kişi oluruz? Nuri abi neden öldü? Yalnızlıktan mı? Unutulmuşluktan mı? Dünden beri herkes birbirine soruyor. Nuri abi neden öldü? İlk tanıştığımız zamanları, küçük bilgisayarcı dükkanına ilk gittiğimiz günleri hatırlamaya çalışıyorum. O zaman nasıldı? Kendini bize nasıl anlatmıştı? Tikleri eskiden beri var mıydı? Bilmiyoruz. Galiba hiç soran olmadı. Derdi neydi? Aslında tam olarak onu da bilmiyoruz. Çünkü dedim ya, iyi insanlar sadece sitem eder, dertli olduklarından bahsetmezler.
Evet, Nuri abi de öyleydi. Sitem ederdi, sonra güler geçerdi. Hiç evlenmemişti. Eski nişanlısını çokça anlatırdı. Ama aile özlemi çekip çekmediğini bilmezdik. Çok parası yoktu ama parayı sevmezdi. Parası olmayan adamın parayı sevmediğini nereden bilirdik? Biliyorduk işte.
Nuri abinin huylarını iyi biliyoruz. Sabah çok erken kalktığını ve çok geç yattığını biliyoruz. Sabahları bizi kahvaltıya çağırırdı, uykulu uykulu yanına giderdik ve sofra hazır olurdu. Ufacık bilgisayarcı dükkanında her şeyi hazırlar, içine her şeyi sığdırırdı. Başka ne huyları vardı? Mesela memleket meselesinden açıldı mı çok küfrederdi. Halka kızardı. 2002 seçimlerini hep anlatırdı.
- Kapı kapı gezip söz aldık halktan, oy vermeyeceksiniz dedik. Tamam, dediler. Oy vermeyeceğiz. Söz mü dedik? Evet, söz dediler. Halk sözünü tutmadı.
Nuri abi bizim için neden bu kadar önemli? Onu neden ara ara ihmal ederdik? Neden ihmal ettiğimiz zamanlarda bile Nuri abinin ismi geçince çok gülerdik? Hayatımızın bir köşesinde durmayı başararak nasıl bu kadar değerli olabilmişti? Nuri abiye acıyor muyduk? Yoksa bizim mahallemizin insanı diye mi? Kızgınlıklarımız neden? Tamire gelen öğrencilerden para almadığı, emeklilerden az aldığı, işçilerden biraz aldığı için mi ona kızıyorduk? Parasız kaldığı için mi? Nuri abiyi düşünüyor muyduk? Yoksa her söylenişimizde aslında Nuri abi gibi olmaktan mı korkuyorduk? Bilmiyorum.
Bu arada geldiler. Yeterince varız sanırım. Nasıl olduğunu konuştuk. Aşağı yukarı herkesin haberi oldu. Sonra ondan bahsettik yine, son zamanlarda kendini ne kadar ihmal ettiğinden falan bahsettik. Sonra çay ocağını işleten abi geldi. Boşları aldıktan sonra masanın ortasına gözlerini dikti. Düşündü, konuşmaya çalıştı. Önce ağzını açtı ve öyle kaldı, sonra kendini zorladı.
- Nuri ilginç adamdı. Mesela sizden isteyeceğim şeyler vardır. Para isterim, sınırı bellidir. Yardım isterim, süresi bellidir. Kavgaya çağırırım, belki gelirsiniz belki gelmezsiniz. Nuri öyle değildi ama sanki ne istesek yapacak gibiydi. Nuri’den her şeyini istesek alabilirdik sanki…
